Sanatçı: NURTAÇ ÖZLER
Sergi ismi: OLUŞUM – DÖNÜŞÜM İSİMLİ RESİM SERGİSİ
Sergi tarihi: 10 ARALIK 2015 – 10 OCAK 2016
Açılış: 10 ARALIK 2015 PERŞEMBE SAAT:18.30
KRİŞNA SANAT MERKEZİ
Kennedy Cad. No:29/3 Kavaklıdere/Ankara
Tel: 0312 418 02 53
Fax: 0312 419 48 00
info@krisnasanat.com
www.krisnasanat.com
Doğa Oluşur ve Resme Dönüşür…
Nurtaç Özler’in resminin anlamlarıyla söze başlamalı. Çünkü gerek tema gerekse malzeme
üzerinden doğanın insan eli değerek bir tümöre dönüştürdüğü her bir parçasının sızıları
hüküm sürüyor. Geometrik düzenler sanatçının resmini izleyenleri doğanın her geçen gün
biraz daha tükenen bedeninden kopan bir uzvun içine doğru çekiyor. Parça bütün ilişkili
yüzeylerin koyu-şeffaf zıtlıklarının çekici ritminin içinden geçiriyor. Tek bir rengin fon
oluşturduğu yüzeylerde parçalanma dıştan içe doğru gelişip merkezdeki renk patlamalarıyla
görünmez bir dehlizin içinde kayboluyor. Merkezdeki noktaya çekilen göz, imgenin çağrısını
kesinlikle geri çevirmiyor. Söz dinliyor. Zaten imgeleri kim dinler ki gözden başka?! İzleyici
çekildiği ve renklerin dinamizmi ile kendini kaybettiği noktada bir anımsama pratiğine girişir.
Nedir bu? Apaçık tümöre dönüşen her bir doğa dokusunda, elinin değdiği her yere aynı
müzmin hastalığı bulaştıran insanoğlunun geleceğe dair anımsamalarını çoğaltmak…
Bugün tükenirken gelecek nasıl anımsanacaktır? Doğanın doğal sürecinin varlığını kabul
ederek, diye sorunun cevabını vermek yeterli olacaktır. Fakat bu aşamada akıl başka bir
cümlenin çeldiriciliğine de kapılmıyor değil: Belki de doğaya insan elinin değmesi ve sürecin
hızlanıp akışına kapılarak, son denilen noktaya doğru sürüklenmesi gerekir. Doğanın
çekiciliği, sonsuz gibi görünen kaynakları, sonu yaşayıp yeni baştan doğması ve tüm bu devri
daim içine insanı da katarak biyolojisini ve de psikolojisini etkilemesi, kendine uydurmasının
belli ki bir nedeni vardır. Doğanın tüketilerek tükenmesi karşısındaki telaşla birlikte,
“teknoloji” denilen yok etme mekanizmasının verdiği hazla daha çok kafa tutmakta insanoğlu
doğaya! Tüm bu sıralanan cümlelere karşı söylenebilecek bir sözünüz mutlaka vardır.
Duygusal tepilerin biraz sert, biraz şikâyet odaklı bir nefeste ağızdan fırlayan halleri… Aynı
tepkiler, Özler için de geçerli…
Renklerle birlikte kurulan geometrik yüzeyler seyrediliyor mu? Yoksa yüzeyler midir esas
izleyen? Bir soru daha soralım yeri gelmişken: Doğal malzemenin dönüşümü yani kâğıdın
hallerinden mi bakılıyor doğaya? Kuşkusuz malzemenin doğallığı, akışına bırakılan ve fazla
müdahale edilmeden kullanılan renklerin uyumu üst üste yapılanan geometrik yüzeyleri
parçalıyor. Bir renk, diğer bir rengin içinde yüzüyor. Bir renk, diğer bir rengi etkiliyor. Bir
diğer renk, saydam yüzeylerin puslu sakinliğinde kendi baskın enerjisini ime dönüştürüyor.
Çok katmanlılık sanki doğanın üzerine yığılan insan elinin bozguna uğrattığı her bir dünya
parçasının iç sızlatıcı ağıtını seslendiriyor. Bir çeşit geometrik soyutlama tercihini sanatçı,
“bilinçli, istekli, cesaretli” iç okumalar halinde izleyenin düş dünyasına bırakıyor.
Nurtaç Özler, katman katman yığdığı geometrik yüzeylerini izleyicinin kabuk kabuk soyarak
“kendi yok oluşunun” arkeolojisine yine kendi eliyle ulaşmasını sağlıyor. Sanatçının yırttığı
kâğıtları renklendirerek yüzeye sürdüğü rengin üzerine bırakması, şeffaf/saydam yüzeylerle
çakıştırması tezat yaratıyor. Sessizce bakmak gerek hepsine. “Zıtlık” bir çeşit etkiyse eğer,
bunun verdiği hazla göz renk çukurunun çektiği dehlizin içinde kaybolacak. Çekilip,
yutulacak. Bir hayalin ya da rüyanın çekim kuvvetine teslim olacak. Uyandığında ise yanı
başındaki ağacı kaybetmekle de kalmayacak, bir yaratıklar dünyasının eline düşerek kendi
eliyle kurduğu tuzağın kıskacında yabancılaşacak. Sorun “bir ağaç” ile başlamadı, sonuçta!
Ve “ağacın zararları(!)” üzerinde ne kadar dursak azdır!
Özler’in uzun yıllardır kâğıtla didişmesinin hep bir sebebi vardı. “İçsel taşkınlıklar” diyerek
sözü uzatmamak mümkün. Ama biraz daha açarsak başladığımız yeni cümleyi, kent
yaşamının içine tıkılan -adeta bir ambar gibi- “iğreti”, “düzensiz” topyekûn ne varsa, sanatçı
tarafından içsel bir sorun olarak görülmüştür. Yüzeye biriken ve katmanlaşan her bir kâğıt
parçası veya renk düzlemi, sanatçının “kent oyunu oynayan” ve doğayı fütursuzca
savurganlaşarak, ölümün kol gezdiği oyun parkına dönüştüren insanoğluna karşı attığı
“sessiz” çığlıktır. Tüm bunları görüp, okumak mümkün… Mümkün olmaya da bilir; çünkü
saydamlaşan yüzeyler resimlerin geometrik düzenini derinleştiriyor. Dipten gelen etki,
savurtup izleyeni, zaten kendi dünyasının gerçeklerine mıhlıyor: Nedir bizdeki bu “ağaç”
sevdası da bilmem ki?! Makineler insanı çektikçe ve de ittikçe, belki de, “direniş”
beyhudedir! Kim bilir?!
Biz yine sözümüze dönelim: Tuval üzerinde boya ve kâğıt sımsıkı sarılıp birbirlerine dönüşür.
Kâğıtların koparılıp, yırtılmış kenar satıhları boyayı emer. Başka bir noktada renk akar kâğıda
dokunur. Zıtlıklar üzerine kurulu anlatımlar ön plana çıkar. Geometrik formlar içinde organik
yapılar aranır. Kâğıtların ıslak yüzüne ve aralarına doğadan notlar bırakılır. Küçük kuru çiçek,
bitki kalıntıları… Bazen çok küçük şeyler daha etkindir ve insanı aklın ötesine, bilinmeyen
diyarlara götürür.
Renkler hep var doğada… Onları değiştiren ressam… Ağacın özü liflerin silkinip renge
dönüşmesi hevesiyle bir okyanusta yüzmeyi göze alıyor. İzleyiciyi de aynı sulara sürüklüyor.
Dolanıp durdukça katmanların arasında imge konuşur, göz susar. Formlar, “neye benziyor?”,
“ne anlatmak istiyor?” sorularından sıyrılır. Konuşma başlar. Hiç susmadan düşünceler, hatta
hazır göz sessize almışken kendini, eklendikçe eklenir aklın oyunlarında… Resmin düşünceyi
koluna takıp götürmesine izin vermeli… Bu bir iç hesaplaşmadır hem öznede hem de
nesnede! İnsanı soyar, çıplak bırakır, eline aynayı verir ve baş başa bırakır doğayla!
Yeni bir “oluşum”a dönüşmeye hazır mısınız?
Dilek Karaaziz Şener
(Ankara, Kasım 2015)